Uzunca Bir Çığlık
- Cemal Muhsin Bulut
- 28 Ağu 2024
- 11 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Ara 2024
Bekledikçe daralan yollar, bu kendine sığamamazlık, pisliğe batmış duvarlar, pencereler, kapılar, kanmışlığımın ve kendimi kandırmışlığımın onulmaz hayreti... yetmez mi?
Gördüm, bildim, anladım ki zaman eskiyor. Zamanla sadece yürünen yollar değil zamanın kendisi de eskiyor. Başkasının bıraktığı yarımlık, başkaları ile tamamlanmıyor hiçbir yerde. Tüm tutunma çabama rağmen ellerimde kalan eksik, tamamlanamaz parçalanmış anılarla sürdüğüm yaşam… Gerçek gün gibi ortada; yoktan yere harcadığın hiçbir şeyden yeni bir hayat çıkmıyor.
Oysa başka bir yer de var. Vardım ben orada. Hiçbir yere varamadığım, varlığımın yokluğumla bir olduğu, bunun fark edilmediği ama bunu da bir yerden sonra umursamadığım, hiçbir şey yapmadığım, yapsam da bir sike yaramayacağı, bir şeylerin sadece sevgiyle düzeleceğine inanıp safça, kendiliğinden iyileşeceğine aldanarak beklediğim, vaziyetsizliğimden bir anlam çıkarmadan geçip giden zamanlar biriken bir yer… Maruz kaldığım tüm kötülüklerden inatla iyilik biçmeye çalıştığım bir yer vardı.
Oradaydım uykusuz geceler boyunca. Bir ihanete merhamet göstermek için kendimle savaşıyordum. Ve hiçbir yıldızı benimseyemiyordum sabah güneşini özlediğim kadar. Çığlık çığlığaydı özlemle birbirini boğan duygularım. Şarkılara, şiirlere, gecelere saklanıyor ama durmadan dolup dolup taşıyordu.
Tabii ki hiç görülmedi, hiç duyulmadı...
O şarkılardan biri...
Bir virgüle, bir noktaya, bir tek kelimeye anlamlar yüklediğim olurdu eskiden. O günleri özlüyorum. Ne güzel, kendi küçücük dünyamda oyalanıp gidiyordum bu hayatı... Şimdi kendime yabancılaşma hikayemin nerede başladığını biliyorum. Durup, düşünmek yerine içimde bir yerlere savaş açıp, kendimi tüketiyordum lime lime. Kimseyi bu savaşın bir parçası eyleyecek kadar yakınımda görmüyordum. Değildi de… Olamazdı da... Olmamalıydı da...
Çünkü etrafımda olan biten tutarsızlıklar, çelişkiler ve sahtelikler yüzünden, bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşın kazanamayanıydım ben de herkes gibi. Kendi kendimin ölçüsünü kaçırdım sonunda. Kime ve neye inanacağımı bilmez halde buldum kendimi. Bu günler, işte o günlerden miras bana. İnanılmaza inanıp güvenilmeze güvenmenin bedeli ödenecekti elbette... bu öyle kolay bir şey de değildi üstelik.
Kimseye değmeyen şeylerin bunca acıtması gibiydi herkesle aramdaki mesafe. Hissettiklerim kimseye değmiyorsa o zaman da kimse bana dokunmamalıydı. Öznesi bana saklı cümlelerle yaşıyordum, özlemiş, yarım, eksik, anlamsız... göze batan büyük bir kusur gibi… Geceleri gözlerimle birlikte bir sürü sözü de yakmak, harcamak istiyordum. Boğazıma tıkayan o yumru kocaman bir aldanıştı. Her kırıldığımda kendime kaçıyor, kendimden de ruhumu uzaklaştırıyordum.
Bugün şöyle bir arkaya dönüp de aldanmışlıklarıma baktığımda, hatta en inandığım, en güvendiğim insanın beni layık gördüklerine baktığımda, günden güne kırılıp parçalanarak, evrendeki zamanımla uyumlanma çabama ayrı, kendimle uzlaşma çabama ayrı acıyorum. Bazen kendi hızıma yetişemezken, bazen kendimi olduğum yerde durup, bekleyerek ödüyorum uğradığım haksızlıklara karşı hesap soramayışımın bedelini. Her sabah aynı kandırılmışlığın içinde, gün boyu kendimi yiyerek yer bulamadığım kaybolmuşluk… Bilmiyorum... Bulamıyorum...
Oysa ben ellerimi Lizbon'da okuduğum bir Rilke şiirinde koymuştum cebime. Tam iki sene sonra narin ve incecik parmaklarla birbirlerine kenetlensinler diye çıkarmıştım ceplerimden ellerimi. Çok sevmiştim çok... Böyle olmasını hak etmemiştim.
Hayır hayır kimseye sitem etmiyorum. Çok sevmiştim ama çok da güzel sevilmiştim. Öyle güzel sevilmiştim ki geçmişten emanet karanlıkların üzerine sünger çekip, kaybolduğum, kendime yepyeni sayfalar açtığım, yegâne, tertemiz hayata doğmayı başarmıştım bir kere daha... Apaydınlıktı bu aşkla yaşamak... Öyle sanıyorsun işte bazen sevdiğin sana seni seviyorum dediğinde... Üstelik bu sanmayı o kadar çok benimsiyorsun ki... Her şeyi yerli yerine koyacak gücü kendinde bulabiliyorsun artık. Koyuyorsun da...
Yüreğini tüm o karanlıklardan koparıp, birinin aydınlık ellerine bırakıyorsun. Pürü pak sevgisine emanet ediyorsun kalbini. O ellerin sahibi her neredeyse, kalbin orada ve onun adıyla atıyor artık. Sen nerede olursan ol denizde nefes alabilir, karada uçabilir, geceyi aydınlatıp, gündüzleri güneşe kafa tutabilir zannediyorsun kendini. Kalbin o kadar o insanın kalbi oluyor ki kalpsiz de yaşayabilen bunca insanın arasında olduğunu unutup sadece kendine şaşıyorsun. Hislerin o kadar da mantıksız gelmiyor. Aşıksın ya! Aslında aptalsın işte... Artık aklını ikna etmeye ihtiyacın da yok... Kalbinle böyle anlaşmışken aklına ihtiyacın olur mu hiç?
Olmaz ama insanı unutuyorsun kardeşim, insanı... İnsanın ne kadar kötü bir varlık olabileceğini unutuyorsun...
Sevginle, kalbinle, inancınla yoğurup, büyüttüğün şey gün gelip acımadan sırtından vurur seni. Hem de hiç uğruna...
İnsanı unutursan, insanın ne kötü bir varlık olduğunu unutursan, hiç uğruna piç olan duyguların tek tek yüreğinde patlar, kaçarı yok bunun. Bir güzel domaltıp sikerler seni o masum kalbinden. Yutamadığın her şey boğazını, damarını, nefesini keserek dikenli birer düğüm olur kursağında... Kan kusarsın yüreğini ağzından burnundan. Seni kanırta kanırta siken, arkasına bakmadan gider, sen sevdiğinle kalırsın ardından...
İnsanı unutmaman gerekir bu yüzden. İnsan, seni sikip geçmeden önce sana "seni seviyorum" diyendir.
Dediğim gibi kimseye sitem etmiyorum. Bu benim hikayemdeki kuytu bir kuyu değil. İnsana dair kuyulardan sadece bir tanesi. Kaldı ki ben çok şanslı bir piçim. Ben çok güzel kadınlar tarafından çok ama çok güzel sevildim. O yüzden çok ihtişamlıydı benim arkalarından kalakalmışlıklarım...
İnsanlar insanlık denilen şeyi kendinden uzaklaştırdıkça, ben hayatı başka bir yürekte değil uzaklarda bulacağıma inandım sonradan. Evet uzaklar diye bir yer vardı ve ben bir gün bulacaktım orayı. Buldum da... Ama o zamanlar o kadar çaresizdim ki, insana dair elimde, yüreğimde, zihnimde yer alan her neyi toplasam, sıfırla çarpmış gibi kalıyordum sonunda.
Bugün insanların ağzından çıkan umutlu sözlerden ve sevgi sözlerinden iğreniyor haldeyim. Bunca kötülüğü yapan kendileri değilmiş gibi yalan ve sahtelik dolu güzellemelerle yapay kendiliklerin pazarlamasından tiksiniyorum. Eskiden de tiksiniyordum ama bugün yokluğu ve boşluğu harmanlayıp durmak bu insanlarla bir dirhem duyguyu paylaşmaktan evladır diye daha güçlü bir inanca sahibim. Dünya bu insanlar yüzünden karanlık ve boğuntu dolu bir çukur diye düşünüyorum.
Tıpkı şarkıdaki gibi bir başka yer lazımdı insana. Herkesin kendi cehennemine hem bekçi hem de köle olduğu bu dünyadan başka bir yer lazımdı yaşamak için. Hiçlik makamını inandığım, güvendiğim ama ilk fırsatta sırtıma hançeri saplayan insanlar arasında tamamlayamadığım yarım kalmış, az yaşanmış, çok uzamış bir ömürle dolduramazdım. Hayata anlam yüklemeye çalışırken, ölümden medet umanları anlamak diyorum… Mesela amcamı...
Sabrımı zorlayan insanların tam da ortasında, beynimden başlayan ağrıyla birlikte, hiç büyümeyecek çocuklara, tırnaklarımı, bakışlarımı ve uzaklıkları genişletmenin bir şeye yaramayacağının sıkıntısıyla ve ancak içimdeki hiçleri büyüterek, olur, olmaz herkesi oradan çıkararak, yüreğimin sevgiyle de nefretle de onca genişlemesinin yetmediğini bilerek, kendime doğru dallanıp, budaklanıyorum.
Hiçbir zaman neden ve sonuç ilişkisindeki sağlamayı yapamadım. Elimde neden de vardı sonuç da vardı. Ama ben böyle içten içe hep açık verdim. Henüz başka gidecek yer yok. İçime attığım düğümler her gün daraltıyor göğsümü... Kendime yenilerek, içime dolarak, dışarıya uzaklaşarak ama her sefer şu seferkine de benzemeyerek...
Şarkı dünyadan uzak bir yerler diyor ama bence artık içten içe, varılamayacak yerleri de biliyoruz, ezberledik. Gidebilenleri çok gördüğümüzden ama artık onlara da bunu çok görmemeyi, gitmeye de hakları olduğunu kabullendiğimizden, içimize yer etti bu... Biliyoruz ki kırıştı, buruştu ve yıprandı güzel geçen her şey zamanla birlikte. Artık geri gelmez dünler. Bir mucizeydi tutuşup vurulduğumuz. Bütün güzelliğine rağmen o mucize, büyütüp durduğumuz umutlarla birlikte zaman içinde kaybolmamıza neden oldu ve diğer her şeyle birbirine girdi sonunda... Ama özlemeye alışamadım ben niye? Neden bunca şaşırıyorum hâlâ... Her aldanış yüreğimde başka bir yeri örseleyip, bir daha kullanılmaz, hissedilemez, iyileştirilemez hâle getirirken...
Bu tekrarlar değil mi bizi kendimize yetiremeyen, bekleten ve en sonunda yine hep yanıltan? Ölsek bile öğrenemeyeceğimiz şeyler var işte. Kendimizi gerçeğine ikna edemediğimiz ve sırf bu yüzden kendimizi kandırmayı sürdürdüğümüz şeyler... Son cümleyi son olmayacağını bilmeden kullanmak gibi... Bu kahır bana yetti de arttı bile... Kendimin bile hatırı yokmuş gibi kendimde, bir yabancıya susar gibi susup hiçleri, olmazları, oldubittileri... Ellerim cebimde, şu bahçede oturup, hiçbir şey olmamışçasına bahçede kitap okuyup kahve içmeyi hayal ettiğim kadını düşlüyorum ben hâlâ... Aşık ve aptalım nihayetinde.
Karşılaşabileceğim hiçbir şeyin beni şaşırtmaya gücü yetmediğinin bilinciyle, susturduğum çığlığımla, yitip giden her şeyin kabulüyle, hiçbir yere varmayarak çıktığım yollardan vazgeçtiğim günü hatırlıyorum. "Benim karanlık tarafım da var?" deyip duran bir kadının en karanlık yanını gördükten sonra beni aydınlığına layık görmeyişiyle başlayan o çaresiz vazgeçiş... Bu dünyanın en kötüsü benmişim, hak ettiğim tek şey o mis yürekli kadının sadece karanlık yanıymış gibi... Sanki yapacağı kötülükten sonra ardına sığınacağı ve "ben demiştim." diyeceği bahanesi bu değilmiş de beni karanlığından korumasını hiç hak etmemişim gibi... Sevgilisi değil de düşmanıymışım gibi...
Nihayetinde herkesin başı göğe erdi. Herkes umduğunu buldu, benden öncesi ve benden sonrasıyla herkes aşkından galip çıktı, başı öne, kalbi yere eğilmedi (eğilmesin de hiçbir zaman inşallah). Sağlık olsun dedim... sonuçta her şeyin başı sağlık. Pek sağlıksız ama olsun. Sonuçta ben umduklarımın altında kaldım. Hayallerim var dedim de, ummak ile hayal etmek birbirine savaş açtı. Çünkü umut denilen bok ve püsürat, inandığım her şeyle birlikte yok oldu gitti. Bunca şeyden sonra en azından akıllanırım artık diye düşünüyordum ama olmadı. Sonuçta delilik de uçurumlar kadar güzeldi. Düşünmek mi beceri istiyor bu kadar, yoksa susup delirmek mi? Eşyaların, arzuların ve bedenlerin ömrü hızla tükenirken, sonsuz sabır içinde olmak mı mükâfatlandıracaktı sanki beni? Çünkü ben öyle sabrın ızdırabını da çatır çatır sikelim taraftarıyım artık. Her şeye bu kadar kolay kıyılması, harcanması, yok edilme uğraşı, umduğum her şeyi yerle bir etti bir kere. Sabrımın sonu selamet olsa da sikeyim olmasa da... kimse kusura bakmasın... Ben yenilgileri kabullene kabullene daha güzel yenilmeyi öğrenemedim. Daha güzel yenilmek diye bir şeyi zaferden sayacak kadar ucuz değilim. Yenilgimi kabullendim diye de kenara çekilmedim. Uçurumlardan düştüm diye yamaçlara hiç küsmedim. Kimsenin aklına gelmeyecek mezarlıklarda yeniden var olmanın öyküsünü yazdım ben. Kolay mı yaşaması?
Kolay mı herkesin birbirine benzediği, benzerken fark edilmeye, ilgi görmeye yarıştığı bir zamanda kendini bulmak? Bunun bokluğu karşısında, benim yokluğum ne derece anlaşılabilir diye sordum kendime de cevap bulamadım. Kolay mı cevapsız sorulardan medet umması...?
Çok boğuldum yüzdüğüm sularda, çok düştüm ben yürüdüğüm yolda. Geçer diye umduğum her yara yerli yerinde duruyor hâlâ... Hangi duyguya ve nasıl inanacağımı bilmiyorum artık. Düzeltmek için geciktim tüm bu yolları yürümeyi. İyileştirmek için çok geciktim bazı duyguları. Kaldı ki ben beni harcamak konusunda cömert insanları severim. Bu amına kodumun dünyasında her şey sanki birbirine göreydi de bir tek ben yerli yerimde değildim gibi hissetmelerin yabancılığı bunlar. Fazlalık mı, eksiklik mi çözemediğim bir denklemin içinde, iyi şeyler olmasını beklediğim zamanlarda, yaşayamadıklarımın hesabını soruyorum ben hala kendime. Ben daha kendime hesap veremiyorum bütün gözü kibirle körleşmiş geri zekalılar gibi. İsteyip de yapamadıklarımın, yaşayamadıklarımın hesabını kime sorayım? Kime yapayım bu kötülüğü?
Nasıl başlayacağımı bilemediğim o bitik cümlelerin, yazıp yazıp sildiğim yazıların en başında gelen bir kadın var, ben onun gülüşüne, gözlerine, kokusuna canımı veririm. Yitip, gittiği hâlde, bütün güzellikleri ve inanmışlıklarımı götürdüğü hâlde, içimdeki onulmaz yarayı aşk edenle, çekilen her azaba değen, beni var edenle yok eden kadına aşığım hâlâ... Ben ki en çok kendine kavuşası, kendimde yok olası var bir adamım. Bu hikâye böyle mi başlamalı yoksa böyle mi susmalı bilmiyorum.
Herkes her an yanabilir, her an kızıla çalabilir gökyüzü, her şey hemen şimdi var da olabilir, yok da olabilir bilmiyorum. Bilemeyiz. Ve yine bilmiyorum ki bizi umarsızca birbirine bağlayacak şey ne olacak bundan sonraki yersizliğimizde? Sahipsizliğimizde ya da ait olamayışın gereksiz kırılganlığında, zaman denilen deliğin içinde, nasıl bir delilik olacak yaşamak bundan sonra? Olmadığım ve hatta doğmadığım zamanların bile mağlubu olmuşken ben... (Bu hikayemi çok az insan bilir, hepsine selam olsun. Onlara da sesleneyim ki buradan, ben artık bildiğiniz şey değilim.)
Dönüştüm... Çirkin bir şeye dönüştüm. Ne yaptığımı, neden yaptığımı savunamayacak şeye dönüştüm... Düşlediğim o hayalleri yaşamak için değil, tam tersine hepsinin üstünü çizip, hatta üzerlerine basarak çiğneyip geçmek için, düştüğüm karanlığı yırtmak için, çığlık ata ata kısılan sesimi duyurmak için... nefret ettiğim şeye dönüştüm. Sonuçta insan en kolay kendini kandırıyor.
Canım sağ olsun. Her şeyin başı sağlık. Bende işler bu ara pek böyle değil. Benden buraya kadar diyor bazı uzuvlarım. Buna şimdilik sadece Fiko üzülüyor. Ziyanı yok çünkü bu dünyada ne denizlere yetiyor tuz ne de yaralara. Ne derdime sus yetiyor ne fahişelere. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yeni bir zaman yok. Başka bir zaman yok. Hepsi bu zamanın içinde. Yaşanacak şeylerle ölünecek şeyler var, başlayacak ve bitecek şeyler... işte hepsi bu. Arada birileri kullanılacak, birileri tüketilecek, birileri bitecek. Görülecek şeyler görülecek, okunacak şeyler okunacak, bilinecek şeyler ya bilinecek ya da inkar edilecek. Sonuçta kim işine nasıl gelirse oraya çekecek görüp bildiklerini....
Bitecekse bu yazılar bir yerde, hiç bana sormadan susacaksa bir gün kelimeler, bir zaman sonra yaşanmadı sayılacaksa yaşananlar, yanlışın içinde yuva yapmışsa tertemiz duygular, nefret etmeye de kalbin yemiyorsa,
ama yine de her canlı en az bir canlıyı sikmek zorundaysa, fazla değil mi bir başka insan insanın kendi dünyasına?
İçinde bitiremediğin şeyleri kısa kesemiyor olmanın yürekteki külfeti...???
Zehrin suya, kahpenin masuma kustuğu kötülük bulaştı her yere ve herkese. Boşuna mıydı bunca uzakta durmanın ihtiyacı? Madem her şey bu kadar normaldi, kiriyle, pasıyla, bokuyla, püsürüyle iyiliğe sırtı dönük, gövdesi çıplak ve herkese açık, dudaklarında tükenmez yalanlarla, suyun içinde susamışlık gibi sevilmişliği hiç acımadan elini tersiyle iten, hayata dair en derin yara izlerini bırakmayı "doğrusu bu!" diye bellemiş, düştüğünde kendisine uzanan eli paramparça edip, bir de beni kaldırmadı diye sitem etmiş, kendisine gülümseyerek dönen her yüzü doğduğuna, yaşadığına, sevdiğine pişman etmiş, çürük, kokuşmuş olana adanmak niye?
Ben kendimi aşka adadım. Bir aşk kadına. Pişman da değilim. Ama yine de özleyen ellerimi bağışlayın olur mu? Tutamadığım her şey için affedin beni. Düşürdüklerim, düştüklerim, kaybettiklerim için bağışlayın beni. Yazdığım ne varsa tüm anlamsızlıklarıyla, koruyamadığım kalbim ve yorgun zamanlarımla bağışlayın beni. Çünkü benden buraya kadar... Artık yeter.
Beni doğurdular, büyüttüler, öldürdüler. Yeter...
Keşke büyütmeselerdi de öldürselerdi sadece. Başımın sancısı bundan. "Ne olur artık bir şeyler yarım yaşanmasın" ağrısı şakaklarımda çok zamandır. Bir paragrafta ne kadar çok kederli kelime varsa her şey o kadar yarım kalıp kanatmış beynimi. Dayanamamış, birikmiş bir kitlede, bir o kadar yoksun bırakmaya ant içmiş benden beni. Ben o şakaklardan enseme vuran ağrının yetki ve etkisine dayanarak çürüyorum kalan yaşamımı. Dönüşen her şey gibi, içten ve derinden, biraz sakince, içinde her şey daha fazla karışmasın diye birbirine, kaçıyorum kendimden ve olacaklardan. Beklemiyorum hiçbir şeyin düzene girmesini artık. Bekleyecek zaman kalmadığı için... Ve Fiko gibi buna ben de biraz üzülüyorum.
Belki de yarım bırakmak sonsuzluktur. Hiçbir yere varmadan gitmek, uçurumlardan eskimiş ayakkabılarımla bu gölgeyi, şu uzağı, o akarsuyu özleyerek gitmek... varmanın kendisidir. Bir çocuk merakına yenilen arzuların kursağa dizilmesi heveslerle, şu zamanda yaşamanın kendisidir. Oysa yaşamak çok azaldı. Beklemenin boynunda ip, beklemenin ayağının altında tabure... Celladı belli bu hikayenin adı belki de aşktı... Belki de bundan azaldı hayat. Bilmiyorum.
Bilsem ne olacak? Bildiklerim bana iyi gelmedi. Zamana hak veriyorum. Beynime hak veriyorum. Hep alıştığım o kötücül kırgınlığın uyuşukluğunda takılıyor olmam benim suçum. Mutsuzluğa meftun, tutkun ve hayranım belki de... bunu da bilmiyorum. Mutluluktan emin değilim ama mutsuzluğuma güveniyorum. Kendi musibetimle yetinmeyi başarmış bir adam olarak, tiksinti duyarak katlanabiliyorum başkalarına. Sırf bu yüzden adımı anmasın artık hiç kimse. Tadımı, masumiyetimi ve iyi niyetlerimi kaybettim. Ölüme güvenenlerdenim ben. Buz gibi bir ayrılık, azalmak, eksilmek, bir daha tamamlanamayacağından emin olmak. Dünyayı kendi içinde acı yüklü bir tuvale dönüştürmenin alfabesindeki son harf...
Hiç duyulmayacak çığlıkların anlam bulması telaşını bıraktım. En çok bu tüketti ya zaten beni. Kalbimin parçalandığı o geceden sonrasıydı artık hevessizliğimden tanımaya başladı dostlarım beni. Biriken onca büyük şeyi ancak yazabildim. İki cümle daha kuracak gücü kalmadı içimin. Daraldı sanki her şey. Onca öfke, onca sancı bir arada içime nasıl sığdı bilmiyorum. Kendime sıkıştım ve bir türlü çıkaramıyorum, çıkarmanın yolunu da anlatabilmenin ilmini de bilmiyorum artık. Uzağım o yüzden her şeye. Eğer buraya kaçmasaydım, iyice gerilip, koşarak dünyadan aşağı atlardım. Çıldıracaktım. Her şey bin yıl geride kalmışken, nasıl böyle taze ve yeni hissedilebilir anlamıyordum ki anlatayım...
Oraya buraya kolayca harcadığım umursamazlığımdan tanırsınız beni artık. Hiçbir hevesim kalmadı ki nasibimi alayım. Zihnimde bir ışık gibi patlayan her şey şimdi sessizde... Ortalık zihnimde darmadağınık. Ölüme giden bu yaşamayı, sevgiyle döşemek istedim. Boşuna değildi bağ kurmakla kaybetmekten korkmak arasında mekik dokumalarım. Ben biliyordum, belki yüz yıldır, belki çok öncelerden. Tam ortasında huzurumu yıktı geçti bu ikilemden kaybetmek olanı. Boşuna sevmek, yalandan sevilmek, sevilmemek gibiydi. Haksız yere...
Şimdi ikisini de istemiyorum. Soğumak için her şeyden, elimin altında yeterince neden, sebep, gerekçe var. Artık sahte bir umutla bir şeylere gerçekten ısınıp, iyi hissedeceğim inancına dayanıp, kendimi kandırmaya ihtiyacım yok. Yeni bir şey yok, ikilemden öteye, diğere giden bir yol yok. Döngüden başka gidilecek yer yok, kapılacak bir şey de yok. Her şey tekinsiz ve ürkütücü bir saçmalığın çemberinde. Biz de o çembere takılmaktan başka çaresi olmayan, sürekli dönüp, duran, bundan başka bir şey bilmeyen fareler gibiyiz. Çıkamıyoruz bu hilelerin içinden. Çemberi yıkıp geçmezsek öleceğiz o kaostan. Ama dönüp, dolanmak varken, hep o saçma bilinirliğin sandığımız güveni varken, kimin eli gitsin ki yontmaya gerçekleri... kendi doğrusunu iyilikten yana bulmaya?
Tek bir söz binlerce çığlığı yerinden eder bazen. Tek bir ses... Özlenen bir merhaba mesela... Çıkmaya çalıştığım, bolca çabaladığım yokuşları, yok oluşları ve kırılganlıkla dolu bir dünyayı hatırlatıyor özlemek bana. Bu yüzden gelecekte yaşanılacak şeyler de zerre kadar ilgimi çekmiyor. Olduğum yerde duruyorum, böyle sıradan kalmak istiyorum, bu bile artık yeterince zorken. Gelecek denilen şey artık hem manası ve hem içeriğini yitirmişken…
Söyleyecek her sözü söyleyip, yitip gitmek en iyisi... Mağduriyetin şehvetine kapılmadan ve acı çekmenin gösterişine aldanmadan hemen önce... Sonra arkanı dönüp, baktığında da; ne güzel de silindim, hayatlarınızdan, sokaklarınızdan, yakınlarınızdan ve uzaklarınızdan diye düşünebilmek...
Asıl biz zaten yakın hissedildiğimizde irkiliyoruz, şaşırıyoruz artık... yabancılığımızdan, yabaniliğimizden değil. Yabancı hissettirildiğim her yere selam olsun, bin teşekkür olsun.
Fonda Sezen Aksu; Hasret çalıyor; “gün bizim, güneş bizim.” diyor Sezen abla...
İçimdeki çığlık benim, söz benim, kayıp benim, yitiren benim, suçlusu benim.
Bu paragrafların, bu yakarışların yoksunluğu da benim... Ama yeter... tamam... benden bu kadar...
Comments