Onca Zaman Sonra
- Cemal Muhsin Bulut
- 8 saat önce
- 6 dakikada okunur

İnsanın kendi içinde kaybolması mı yoksa kendini sürekli başkasının dünyasında araması mı daha büyük bir çöküş bilmiyorum Hicran.
Çöküş dediğin de yavaş yavaş olur zaten. Ne bir çığlık vardır, ne yardım bekler insan. Yalnızca içten içe ve sadece kendinden eksile eksile çöker. Başkasının hayatında tamamlanmaya çalışırken hızlıdır o çöküş. Ve bazen, orada seni kim eksiltiyor olursa olsun, yıkılıp çöktüğünü çok sonra anlarsın.
Ben sensiz kendimden giderek uzaklaştım. Kaybolduğumu gördüğümde anladım ki, insanın kötülüğü sadece başkasına yaptığı bir şey değil. Kendi içini boşaltmak da bir tür ihanet. Ve ben… sensiz geçen son iki yıldır sadece bunu yapıyordum Hicran. Bilerek, bilmeyerek ya da olmak istediğim insanı unutarak.
Yaz başıydı. Liman’da, Akın’ın meyhanesinde dostum Oğuzhan, eşi Nida ve balıkçı kasabamızda tesadüfen karşılaştıkları arkadaşlarıyla oturuyorduk masada. Sağ olsunlar ki dostum ve karısı beni arayıp, “hadi sen de gel.” demişlerdi. Sonraki üç gün, misafirim olacaklardı evimde. Yanlarına gittim. Üç, dört saatlik bir masaydı. Sohbetler, üst üste devrilen rakı kadehleri, mezeler, eski şarkılar… Hafif bir rüzgâr vardı. O gece herkes biraz güzeldi. Ama masadakilerden biri biraz fazla güzeldi. Güzel adamların durduk yere, ortada hiçbir şey yokken kendini hatırlatan bir tarafları vardır. Masadakilerden birinin kalbi, bana göre çok fazla güzeldi. İnsan, fazla olan her şeyden uzak durmalı. O gece bende o güzel kalpli adamın sadece gözleri kaldı. Bir de o çakırkeyif gülümsemesi. İçinde bir şeyi taşıyan insanların bakışları hep aynı olur. Orada bir kırık vardır. Göze görünmeyen, ama ruhunu durmadan acıtan cinsten.
Ben o gece çarptım Atalay’a ama sonrası sis.
Aylar sonra Karşıyaka’da karşılaştık. Sonra da arkadaş olduk.
Ve bugün... Kalabalığın ortasında göz göze geldik yine. Kaderin oyunu muydu, yoksa yaşamak dediğimiz şey zaten bu tür ufak tesadüflerin toplamından mı ibaretti, bilmiyorum. Ama denk geldik. Ve ben bugün seni ne kadar özlediğimi anlatım Atalay'a...
Son zamanlarda, benzemekten korktuğum insanlara dönüşmenin kavgasını veriyorum Hicran. Ne kadar uğraşırsan uğraş, bazen çamura bulanmış ayakkabılarla başkasının evine giriyorsun. Sensiz, bu benim içim çamur içinde kaldı. Bu balıkçı kasabasına geldikten sonra kendimi yitirmiş oldum. Sevgiye olan inancımı...
Ve sonunda, başkasının hayatına çamur izleri bırakırken bulmuştum kendimi.
Bir gece, bir dinlenme tesisinde ellerimi yıkarken, aynada gördüğüm yabancı bakışların bir sorusuyla başlamıştım kendimle kavgaya. “Ben böyle biri değildim. Ne yaptın bana?”
İnsan bazen kendi çöküşünü, enkazın altında kaldıktan çok sonra görür. Şenay abla bunun için “bir nimet” derken Cenk buna “bir lanettir.” der. Kendinde olan biteni anlamaya çalışırsın ama duygularına da direnemezsin. Kendi karanlığına bir isim verecek kadar ışığını yitirdiğini anlamlandıramazsın. Ben sensiz kaldıktan sonra içine düştüğüm karanlığımın adını Hicran koymuştum.
Atalay'ın eski sevgilisi pandemide ölmüş. Anlattığı o acıyı dinledim.
“Ben koridordaydım. İçeri almıyorlardı. Telefonum çaldı. ‘Öldü’ dediler. İçeri bile alınmadım.”
Şanslıydı aslında ama ona bunu söylemedim. Çünkü ben hasta yatağında yatan sevgilimin ölümünü izledim. Ve o geceden çok sonra anladım ki; İnsan, sevdiği ölünce değil; elleri ellerinde sevdiği ölürken, aslında o aciz elinden hiçbir şey gelmediğinde, bir daha hayatında hiçbir şeyi doğrultamıyormuş.
Atalay bağırmadan bağıran insanlardan biri. Sevgiye aç, ilgiyle beslenen, ama sevdikçe de korkan... Diğer yandan eksikliğiyle savaşan, ama tamamlanmayı sadece başkasında arayanlardan. Histerik davranışları vardı. Bunu bir etiket gibi değil, iç görü gibi söylüyorum. Ona baktım. “Benim içimde bir sürü boşluk var,” demek geldi içimden. Ama demedim. Çünkü acıyı paylaşmakla iyileşmiyorum ben. Bazen karşımızdakinin yarası, bizim yaramızı da kanatıyor. Yaram kanasın istemedim.
Çünkü bazen karşımızdaki insanın adı bile yaramızı kanatabiliyor. Bir keresinde Gagarin’de yeni tanıştığımız arkadaşlardan biri “Ben de Hicran. Tanıştığıma memnun oldum.” dediğinde donmuş kalmıştım. Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Koray kanayan yaramı gördüğü için sarılmıştı bana orada. Sonra “Eski sevgilisiyle adaşsın.” diye bana şaşkın şaşkın bakan kadına durumu açıklamıştı.
Bir kadın, rakının kendisine verdiği yetkiye dayanarak ilk tanıştığımız akşam benden çok etkilendiğini, o gece ortak arkadaşlarımızla benim hakkımda konuştuğunu söyledi. Ama artık güzelliğin de, aşkın da bir anlamı kalmamıştı benim için. Çünkü ben, her temasta kendimi biraz daha kirlenmiş hissettiğim bir dönemi geride bırakıyor, kendimi o kirlenmişlikle kabul etmeye çalışıyordum. Ben sensiz kirlendim Hicran.
Kirlendim ama ya sadakatsizliğim…?
Sadakat sadece kalmakla ilgili değildi. Bir vaattir sadakat. Seninim dediğin insana senin kalacağım diye vaat etmektir… Seninim dediğin insanın senden vazgeçmesi, bu vaadin değerinden bir şey eksiltmezdi. Hissettiğin öfke de olsa, nefret de olsa, seninim dediğin insana beslediğin aşkla bir başkasına dokunmak, dünyanın her yerinde fahişelikti.
Geçenlerde de bir başka kadına “İnsan en çok, kendine benzeyen kötülükten korkuyor. Ki ben kendime benzemeyen şeylere dönüştüğümde, geçmişime ihanet ettiğimi düşünenlerdenim. Geçmişte kalsa da gönlümde biri var. Ben artık kendime ve o kadının gönlümdeki yerine ihanet etmeyeceğim.” dedim.
Bu dediklerim, fahişeliğimi aklamıyor Hicran.
Sesini unutmuş da olsam söylediklerin kalbimdeydi hâlâ… “İyi ki varsın…” demiştin bana defalarca. Ben bunun için yaşamalıydım oysa. Artık senin için yoktum ama bu, başka kimsede var olmak istemiyor olduğum gerçeğini değiştirmezdi.
Birbirimize dokunmadan, yaralarımıza bakıyorduk. İnsan gördüğü yarayı kanatmamalı. Biz birbirimizin yaralarının acısını el ele, omuz omuza dindirmiştik. Birini çok sevdiğimde hep korkardım. Giderse, onunla birlikte benden çok daha fazlası gider diye. Zaten eksik doğmuştum Hicran. Sevgi bizi tamamlayacaktı. Ben seni eksiğimizle bizi sevecek, insan olduğumu, sevilecek biri olduğumu yeniden hatırlayarak sevmiştim. Kimsenin varlığını taşıyacak kadar sağlam hissetmiyordum kendimi ben sana kadar. Kendi duygularımın cenazesini çok kaldırmıştım. Artık bir insanı ve o insanla kendimi çözümlemekten ne kadar yorulduğumu anlatmıştım sana. “Anlamaktan, anlatmaktan, anlamaya çalışmaktan ve dahası durmadan insanları haklı çıkaracak nedenler bulmaktan çok yoruldum.” demiştim.
Oysa gerçek şu ki, herkes kendi hikâyesinden sorumlu… iyi ya da kötü. Bunu bile bile kendimi kandırmaya çalışmaktan da yoruldum.
Kimseye seni seviyorum demedim. Deseydim, içimdeki son yaşamak kırıntısını da yok edecektim çünkü. Seni seviyorum ve başkasına bunu söylersem kendimi sonsuza dek yitireceğim. İnsan birini sevdiğinde, karşılığı olmamasına rağmen severek yalnız kalmayı göze aldığında büyüyor.
Ben büyümek istememiştim. Hâlâ kendi mezarımın başında dua eder gibiyim. Hiçbir şeyim. Bazen hiçbir şey, en doğru şeydir. Seni çok sevdim. Gitmene izin vererek...
Bütün tekeller kapalıydı Hicran... sen yaktın diye sönmesini hiç istemediğim alevlerle içimi yaktığında bu gece.
Bloga Atalay'ı yazıyordum aslında. Beni hiç dinlemeyen, ama bir şekilde beni anlayan o adamı. Anlattığım her cümle aslında kendime dönüyordu, kendi karanlığıma, yüzleşmelerime, hiçbir deftere yazamayacağım çirkinliğime...
Sonra bir mesaj... "Umarım iyisindir.” dedirten cinsten bir mesaj.
Ellerim cebimde bir sokak lambasının altında yürürken biri omzuma dokunmuş gibi… Söyleyemediğim ne kadar cümlem varsa, hepsi birden boğazımda düğümlendi.
Seninle ilgili her şey olabildiğince özenliydi çünkü. Seninle geçen zaman, bize ait en güzel hatıralardan ibaretti. Sensiz tozu kalksa kalbimi kavuran hatıralardan...
Sigaramı yaktım. İlk nefesi senin gülüşüne içtim. İkincisi, mesajına. Üçüncüsü... artık içimde yanacak yer kalmamışken kaderimize... oldurmuşken olmayı başaramayışımıza içtim.
Bak, ben hiç kimseye seni sevdiğim gibi sevdiğimi söylemedim. Söyleyemem Hicran. Çünkü seninle yaşadığımız her saniye, kelimelerin bile kıskandığı bir öyküye yazıldı. İnsanı yazıya değil, yaşamaya iten bir öyküye. O yüzden yazdım yazdım sildim senden sonra. İçime kapanmadım ama seni hep içimde sakladım.
Sana yazamadım. Bir gece içip içip yazacağım söz veriyorum. "Beni affet olur mu? Ben seni çoktan affettim. Ve ben seni özlerken de affederken de çok sevdim." diyeceğim mesajımda.
Bak Hicran ben artık iyi biri değilim. Yokluğuna alışmak iyilik mi? Ben sensizliğe alışmadım. Sensizlik başka, yokluğun başka... Bunlar başka şeyler. Ben yokluğunu başka kadınların sevdasına katmaya çalıştım.
Biliyor musun, sen gideli hayatın tadı da değişti. Hiçbir kahve senin dudağımda bıraktığı o sıcaklıkta değil artık. Hiçbir şarkı senin sessizliğin kadar anlamlı değil. Ve hiçbir gece, sana yazdığım bir cümle kadar gerçek değil.
Seninle birlikte kendimi de çok sevmiştim ben. Senin gözlerin gülüyor diye çok güzeldi bu adam. Sen gidince, aynaya bakamaz oldum. Çünkü orada hâlâ senin "ben seni olduğun gibi seviyorum" diyen sesine inanan bir adam vardı. O adamı nasıl sevecektim sensiz? Oysa biliyordum ki; yaşanmış bir sevdaya sadık kalmak, aşkın kendisinden daha devrimci bir duruştu. Ben senden sonra bana kalan acı dinsin diye, başkasını sevmeye yeltendim utanmadan Hicran.
Bu gece de Atalay’ı yarım bıraktım. Çünkü bu gece, yazdığım her cümlede adınla bir kez daha küle dönmeyi istedim. Kalan üç sigaramı da sana içeceğim bu yüzden. Saat 03:06 ve pencereme yansıyan sokakta yanıp sönen ışık yok. Gece alıp verdiğim nefeslerin yorgunluğuyla dolu şu manzara. Bu şehirde hâlâ yaşayan bir tek şey varsa, o da sensin şu an.
Bloga dönmeye çalıştım. Ama Atalay sustu zihnimde. En dipten anlatması gereken şeyler vardı. Bu gece sen geldin çünkü. Senden sonra bana kalan hiçliğin tan ortasında vardın. Nasıl oluyor da bu beni hem yok eden hem de var eden şey olabiliyordu ki şimdi?
Hatırlıyor musun? Bir akşam yemekten sonra balkonda birlikte susmuştuk. Birbirine güvenen iki sessizlik olmuştuk. Dışarıda bahar yaza çalıyordu vakti. Biz içimizdeki kışı da sevmiştik birbirimizle. Çünkü biz, birbirimizin kalbini de ezberlemiştik mevsimleri ezberlediğimiz gibi.
Ben seni, o ezbere bildiğin kalbimde yaşattım. Ayrı sofralarda, aynı sessizlikte, ayrı balkonlarda ama aynı iç çekişte...
Şimdi sabaha karşıyım. Yine aynı sessizlikteyim ama sensiz değilim. Karşımda sadece yitip gitmiş bir sürü güzel ihtimalle yarışıyor güzelliğin. Şurada olsaydın, dizlerine başımı koyup, ne güzel dinlenirdim... Bak, bir sigara daha yaktım. Saçlarının yüzüne düşüşüne yaktım. O son sabah, yastıkta kalan saç teline şiir yazmıştım., sana o şiiri okuyamayışıma kızıyorum şimdi.
Bu sabahı sana adıyorum. Kendine yenilmemiş ve dimdik ayakta duran tüm sevdalara adıyorum seni sevmeyi. Güneş doğuyor... bu kaçıncı gün doğumum oldu seninle sayamadım özür dilerim. Yavaş yavaş aydınlanıyor gün. Ben hâlâ geceyim. Biz geceler biriktirip sevdik diye birbirimizi... Sen ki bana sabahın 04:07'sinde seni seviyorum dedin.
Beceremedim ama, o günden beri hep 04:07 kalmak istedim.
Ben o sabahlara kadar konuştuğun, konuşa konuşa sevdiğin, iyi bildiğin adam olmaya adayacağım kendimi... Seni çok seviyorum.
Comments