Eski
- Cemal Muhsin Bulut
- 18 Eyl 2024
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Ara 2024
Pazartesi
Olacak gibiydi... İnandım böyle olacağına. Ama başaramadım... Canım sağ olsun... Olabildiğince.
Belki işi alamadım ama koskoca Fransız şirketin Fransız Genel Müdüründen ihale süreçlerindeki çabam için üzüntümü bir nebze hafifleten bir teşekkür aldım. Artık tanıştık ve çok büyük bir rekabetin içinde ülkenin en büyüğüyle masada nasıl yarıştığımı gördü. Görmekle kalmadı, değerli buldu, değerli bulmakla da kalmadı, takdirlerini sundu...
"Belki..." dedi "...seneye..."
"Seneyebildiğince..." dedim içimden...

Ne güzel bazı sorunları da görmezden geliyordum yoğunluktan. Sonuçta işkoliklik bir kaçış değil mi ya da savunma? Kim görsün kim bilsin ki bunu... ya da beni?
Neyse ne...
Ne güzel oyalıyordum kendimi işle güçle.
Şimdi Kaş'a dönmeden, İstanbul'da halledilecek işlerin zamanı gelene kadar tavan izleme vakti biraz benim için. Zamanım yetecek mi bilmem...
Eskişehir ama Eskimeyen Bazı Şeyler
Eskişehir'de bir otelin penceresinden anılara daldım... Gözlerim doldu ama ağlamadım hiç. Bir kadını... bu dünyanın en sevilesi kadınını özlemekle yaşayacağım bu hayatı belli ki..
Oysa vaktim az... İçim sabırsız. Hatıralar hatırımdayken... Unutmadan...
Öylece durduk yere hissedemezsin, öyle birdenbire bir şeyler esmemiştir insanın gönlüne. Doğarken ya da büyüdükçe keskinleşirken köşelerin, boşluklar biriktirirsin. Öyle durduk yere vazgeçemezsin duygularından. Vazgeçebiliyorsan, hissetmemişsindir.
Mesela özlemek... Özlemeyi öylece gizleyemezsin.
Ben de özledim işte... Bir aşk ki yaşananların öncesi ayrı, sonrası ayrı hikmet. Denk gelmeseydik bu hayatın bir yerlerinde ben hiç yaşamamış sayılırdım.
Dizlerine başımı yaslamış en deli adamım ben bu hayatta. En mutlu... En huzurlu... En aşık...
Başımdan, gönlümden ne kışlar, ne baharlar, ne yazlar geçmiş... Bir akşamdı... geceyi devirip sabaha... uzunca konuşulmuştu bazı şeyler. Yaşadım mevsimlerin hepsini birden. Öpüşülmüştü...
Derken o aşk bir gün benimle gitmek arasında gitmeyi seçti. Başka aşklar düştü gönlüne. Ondan sonra benim bütün saatlerim durdu. Alelade tüm aşklar gibi kendi düğümlerime takılıverdim...
Sürünmem için ne gelir elimden daha bilmem. Ama bilerek tutunduğum dallardı o dallar... Tanır beni kıymıkları. Nasıl anlatayım yoklukla bunu? Gömün beni yerin yedi kat dibine, cehennemi de katsam söyleyemem yaralarımı.
Söyleyemem ama unuturum yaraları. Çünkü insanlar hakkında bildiğim her şeyi unutmaya ihtiyacım var. Her şeyi unuturum ama o güzelim anıları unutmam. Eskişehir'de bir otel odasındaki pencere kenarında söyledim bunu kendime.
Belki her şeyi unutacağım, belki unutmayacağım... Bilmiyorum...
Ama söyledim kendime... Her şeyi unuturum, o yüz gülümseten anıları unutmam.
Biçare
Telefonumda kayıtlı ekran görüntülerinde bir şiir çarptı gözüme. Sonra Rilke şiirleri okudum trende. Şiir doldu içim. Odun Pazarında, hem de tam da rakı masasında "Ben artık şiir yazmıyorum." dedim Rukiş ve İsmail'e... "Sesimi duymayan, beni görmeyen, dahası artık hissetmeyen, kalemin kağıda vuruşunu nasıl duysun, nasıl hissetsin?"
Dertlendik ziyadesiyle... Ama iyi içtik...
Sonuçta ben de böyle boğuşuyorum bir şeylerle biçare... Varoluşumu heceliyorum. Böyle yapmazsam öper geçer bu insan zannettiğim hayvanlar beni. Ben de böyle tepişiyorum, çarpışıyorum bazı şeylerle.
Bir yandan da günlerdir sendeliyor beynim. Tam her şeyi yarım yamalak da olsa yaşamaya başlamışken. Dahası bu dünyadaki en sevdiğim kasabada yaşamaya başlamışken... Kanımda bir akma telaşı varken... Gizliden...
Bazı şeyler dediğim de ömürden alırcasına... Bütün iyi niyetlerimin sömürülmesine göz yumuyor bu hayat. Her olumsuz duygu kendi içinde bu kadar sinsiyken... Ben biliyorum neyle boğuşuyorum biçare...
Keşke...
"Çocukluğunu düşün "şunu yaşamak istemezdim." dediğin ne var?" diye sordu Hakan...
Yaşım beş... belki altı... Komşu çocuklarla apartmanın bahçesinde yakar top oynuyoruz. Annem camdan seslendi "Eve gel." diye. Elime bir kağıt tutuşturdu ve "Babana götür." dedi. Önceki akşam babamla annemin birbirlerine bağırışları kulağımda... O kadar mutsuzdu ki evimiz... Ben evin dışında çok mutluydum hep...
Okumayı erken sökmüşüm ben. Açtım kağıdı okumaya çalıştım. Ölmekten bahsediyor... İlaç içmekten... İntihar...
Başladım koşmaya... Düşe kalka, dizim, dirseğim yara bere içinde kalarak, babama varana kadar koştum korkudan... Öyle hızlı koştum, öyle hızlı büyüdüm ki... "Keşke bir oyun daha hakkım olsaydı o an büyümeden." dedim... Koca kara gözleri doldu iki gözümün...
Kalbi sağır olmamış insanlar iyi ki var...
Lifeless
O hikayelerin sonu hiç öyle bitmiyor işte...
Zaten artık bizim hikayelere değil gerçeğe ihtiyacımız var epeyce. Şöyle tokat gibi vursa diyorum hayat bazılarının yüzüne. Başkalarının hikayesi, başkalarının acısı üzerinde tepinmek neymiş, o koca koca kuytuları, çatlakları görmeden, güçsüzlükle suçlamak insanı, neymiş... görseler...
İşte böyle böyle kötülük kazanıyor artık. Ve iyiler yaptıkları her iyiliğin mutlaka çekiyor cezasını... Amına kodumun hayatsızları yüzünden zindan oluyor iyilikle sürsün istenen hayatlar...
Delirmiş Sorular
Eskişehir'den dönerken defterimi çıkarıp hiç göndermeyeceğim bir mektup daha yazdım sevdiğim kadına. Mektubun bir yerlerinde bir soru sordum yazdıklarımı hiç okumayacak olan kadına
"Beni neye rağmen, kime rağmen sevmiştin, hatırlıyor musun?"
Tam o esnada şu şarkı çaldı kulaklığımda... Kaç yüz yıl sürdü, ben kaç kere öldüm bilmiyorum.
Bir keresinde sevdiğim kadınla telefonda konuşurken, sesi titremişti. O'nun sesi titrediğinde üşümüştüm oturduğum yerde. Çok sevdim o kadını. Ve insan insanı böyle sevmeli zannediyordum. Ama yetmiyormuş... işte bunu bilmiyordum.
Ben mavi rengi severim. Sesi masmaviydi... İnsan böyle sevmeli zannediyordum kendimden... Kendi kalbimden... Ama öyle değilmiş. Gülerken ağlamak gibi, ağlarken gülmek gibi basit bir şeymiş sevmek.
Belki bir gün ben de herkes gibi doğru düzgün sevmeyi öğrenirim. Bazı şarkıları her gece tekrar tekrar dinler gibi seveceğime...
コメント