top of page

Alkol Günlükleri

Mekanın ışıkları loş mu yoksa karanlığa beş mi var belli değil. Tıpkı Atalay’ın bakışları gibi. Yüzünde o hepimizin bildiği ama kimsenin dile getirmek istemediği ifade var. Ne ağlıyor, ne gülüyor, ne de susabiliyor. Sanki dünyanın bütün yükünü Atalay’ın sırtına yüklemişler. İçinde bir yer, bir kadına lanet okuyor; başka bir yer ise aynı kadını deliler gibi yaşamaya devam etmek istiyor.


Masaların arası çok dar. Garson gelip geçerken omzuna çarpıyor, ama Atalay fark etmiyor bile. Kendi burada ama sanki ruhu o kadının kendisini terk ettiği yerde duruyor öylece.


Üç ay olmuş. Sadece üç ay. Ama Atalay konuşurken sanki yıllardır aynı kadının soluğuyla yaşıyormuş gibi anlatıyor. Tiyatro çıkışında ilk elini tutuşunu, sabah kahvesini nasıl sevdiğini, telefonda gülüşünü, birlikte yürürlerken nasıl bıcır bıcır konuştuğunu...


Kadın, eski sevgilisine dönmüş. İnsan neyi seçtiyse, muhtemelen başka bir şeyden vazgeçmiştir zaten. Ve bu dünyada en ağır his, bir başkası için ‘vazgeçilebilir’ olduğunu öğrenmiş olmaktır.


Ben sadece dinledim Atalay’ı çünkü o an ne desem anlamsız olacaktı.


“Boşver oğlum.”’ desem boş. “Zamanla geçer.” desem kolundaki saate tapınarak yaşayacak. İçi yanıp duran insana akıl vermek olmaz. Olmaz işte, yapamazsın. Çünkü biliyorum. Kalbin kırılması, bir evin temelini dinamitle patlamış gibi oluyor. Duvarlar hala ayakta, çatısı hala başının üstünde ama evin içi yaşanmaz halde. Hayata dair ne söylesen, saçma. “Nefes almana gerek yok, nasıl olsa herkes ölecek.” demek daha mantıklı.


O yüzden bir şey demedim ve rakımdan bir yudum aldım. Atalay’ın, boş bardağına bakışını gördüm.


Melankolik haller… Elindeki bardağın dibinde neyi aradığını biliyorum. Kadının inandırdığı anlamı, umudu, bütün iyi ihtimalleri… Ama bulamayacak. Çünkü bazı şeylerin anlamını da değerini de o şeyi kaybetmeden anlamıyorsun işte.


Sanki her saniyemiz bir film karesinden fırlamış gibi. Oysa film çoktan bitmiş, salon bomboş kalmış. İşte böyle bir akşamdı. Ayrılık acısının o karanlık havası üzerimize sinmişti.


Ve ben huzursuzum. Çünkü bu hikâyeyi tanıyorum. Bu filmi başka perdede izledim. Ben de bir kadının gülüşüne bel bağladım. O gülüş gidince, kendimi duvara çarpmış gibi hissettim. O yüzden Atalayın o boş bakışları, biraz da benim. İşte böyleyiz biz. Hep böyle olur… Bizim gibi insanların umutları, keşkeler mezarlığına gömülür.


Atalay doktor. Hayat kurtarıyor. Kendi hayatını kurtaramayacak gibi bir hali var bu gece.


Çok hızlı yaşamış hayatını kerata. Yakışıklı da bir şey. Kendi hızından başı dönmüş. “Önceki hayatımda yarış atıydım galiba.” diyordu. Diyordu ama şimdi tam karşımda, yorgun bir eşek gibi oturuyor işte.


Su içer gibi kadınların hayatından geçip giderken, aslında hep doğru insanı aramış. Durmadan yanlışın içinden geçerek yapmış bunu. Bir yanlıştan geçtin, ikinci yanlıştan geçtin, üçüncü yanlıştan geçtin, dördüncüye yeltenme be adam! Bi dur. Bi bak kendine. Yanlış insan, ya da yanlış yaşayan insan, doğru insanı nerede bulsun? Yanlış insanın doğru insanı kendine hak görmesi romantiklik değil aptallıktır. Körsün ama gökkuşağını göreceğine inanıyorsun. Karanlığa mahkum bir insan için ne kadar da beyhude bir çaba… gerçekte ulaşılamaz bir ideale duyulan kör bir özlem değil mi bizim hayatlarımızı mahveden?


Bekir bir keresinde “Bir kadını tanımak için gözlerinin içine bakıyorum.” demişti. Orada bir gelecek görmeye çalışıyordu. Ama her seferinde o gelecek, öfkeli bir kopuşun döngüsüyle, çöküşüyle, kendini ararken, kendini yitirmesiyle son buluyordu. Bir insanı tanımak için kendini tanıyacaksın kardeşim. Kendini bilmezsen, kimseyi bilemezsin.


Atalay’ın da hikayesi bu aslında. Yüz tane sevgilisi olmuş. Abartı sanatı diyelim. Erkekler seviyor bu muhabbetleri. Kadınları çok iyi tanıyormuş. Referansı da hayatına yalan yanlış giren o sözde yüz kadın. Hep umutlar edinerek başlamış ilişkilerine. Kendi küçük mucizesine rastladığına inanmak istiyormuş her defasında. Zamanla, hayatına boca ettiği her kadın, ona aynı hayal kırıklığını yaşatmış. Aşk dediğin şey bilinmeyenli bir denklem değil. İnsan zaten bilinmez bir varlıkken sen bir de kendini bilmezsen aşkı nasıl bileceksin?


Yüz tane sevgili… Bu da başka bir kendini kandırma hikayesi. Her defasında “En çok hangisi acıttı?” diye sorsak “Sonuncusu.” diyecek enayi. Gerçi zaten öyle dedi...

“Bu da aynı. Ama bu çok acıttı.” dedi.


Birlikte çok mutlularmış. Üç ay boyunca kendi damarlarına umut pompalamış. Hayatı yeni baştan kurmuş Atalay kafasında. Sabah kahvaltıları, uzun yürüyüşler, filmler, konserler. Her şey Atalay için böyle güzel giderken kadın bir gece özürler dileyerek, eski sevgilisine döneceğini söylemiş. Atalay yıkılmış haklı olarak.


Tam rakılar zihnimize sızmaya başlamış, Atalay kırgınlığını bardağın dibine gömmüşken, masamıza bir gölge düştü. Kafamı kaldırdım. On yaşlarında bir oğlan çocuğu. Elinde bir avuç anahtarlık. Plastik, kalitesiz, üzerinde çakma futbol kulübü logoları var. Biri ters basılmış, biri eksik boyanmış. Her anlamda birer estetik felaket.


“Abi almaz mısınız? Kardeşlerim için.” dedi çocuk. Sesinde alışılmış bir ezber… Günde binlerce kez söylüyor olmalı bu cümleyi. Satış ritüeli böyleydi demek ki...

“Kaç para bu ‘mucize anahtarlıklar’?” dedim.

“Gönlünden ne koparsa abi.” diye yanıtladı. Klasik cevap.

“Anahtarımızı takınca buna, cennetin kapısını açıyor mu?” diye sordu Atalay.

Çocuk boş boş baktı suratına. Şaşkın değil de sarhoşu gözünden tanırcasına alışmışlıkla baktı. “Paramı ver sus amına kodumun filozofu” der gibiydi bakışlarındaki ifade.


Uzun uzun bakıştılar.

“Sen kaça gidiyorsun?” dedi Atalay.

“Gitmiyorum abi,” dedi çocuk.

“Bırakıldı mı okul?” diye sordu

‘Hayat okulundan devam abi.” dedi.


Hayat okulu… Çocuğa gülümseyerek baktım. Ama boğazımda bir düğüm vardı.

“Hepimiz sınıfta kalıyoruz oğlum.” dedim.

"Anlamadım abi." dedi çocuk.

"Boşver." dedim.


Atalay derin bir iç çekti. Cebinden 50 lira çıkardı.

“Al bakalım. Anahtarlık kalsın.” dedi çocuğa parayı uzatırken.

“Allah gönlünüze göre versin.” dedi kerata. Sonra da arkasını dönüp diğer masalara doğru gitti.

Çocuğun arkasından bakan Atalay; “Parayı babasına verecek.” dedi.

“Biliyorum. O yüzden ben para vermiyorum.” dedim.


Sigarasından yaktı.

“O çocuk masum be Cemu.” dedi.


Çocuk gitmişti ama gölgesi masamızda kalmıştı.


Masa masa anahtarlık satarak para toplamaya çalışıyordu. Ve bu onun seçimi değildi. Oğlan çocuğu dediğin misket oynar, ödev yapar, annesine sinirlenir, saçma sapan hayaller kurar, her fırsatta pipisiyle oynar. Bu kerata da bir yandan çocuk olmaya çalışıyor, bir yandan sistemin boktan çarklarına sıkışmış bir yetişkin gibi yaşam savaşı veriyordu.

“Doğru diyorsun aslında.” dedim.

Çocuğa seslendim. Cebimde sadece 20 lira vardı. Koşarak gelen kara oğlana uzattım parayı.

“Sağ ol abi. Vereyim mi anahtarlık?” diye sordu.

Anahtarlık almayacağımdan o kadar emindi ki piç bu soruyu sorduğunda.

“Geç oldu, artık eve git.” dedim.

“Tamam abi.” diyerek masalara doğru koşturdu gitti.


Atalay”ın sesiyle masaya döndüm.

“Hani bazen evden çıkarsın da, bir on beş metre yürüdükten sonra ‘Anahtarı aldım mı lan?’ korkusu yapışır ya ensene… Birden dizlerinin bağı çözülür, kalbin pıt pıt değil bıngıldak gibi atmaya başlar. Anahtarı bulana kadar ne korkunç bir his kaplıyor insanı değil mi?.” diye sordu gülümseyerek.


İstemsizce elimle cebimi yokladım. Nötrin geçişi, bilişsel şemalarda uyumsuzluk, serebral kortekste yankılanan "Anahtar?" kelimesinin obsesif düşünceye dönüşmesi, motor nöronların, el-cep koordinasyonunu tetiklemesi, kayıp nesneye dair belirsizlikle başa çıkma girişimi.

Derken ceplerin, bir labirente dönüşmesi, olası bir bulguya dair hipotez testi, ancak, her "bulgunun" anahtarı tanımlamaması yüzünden bilişsel uyumsuzlukta artış…

Amigdalanın tehlike sinyalleri göndererek otonom sinir sistemimi harekete geçirmesi, kalp atış hızının artışı, klasik "savaş ya da kaç" tepkisi, tehditin somut bir düşman değil, soyut bir belirsizlik olduğu gerçeği…

Akabinde beynin, olumsuz senaryolar üreterek bilişsel çarpıtmalar sergilemesi.

"Ya anahtarı unuttuysam? Ya kaybettiysem?" gibi katastrofik düşünce akışı, anksiyete döngüsünün de bok varmış gibi sadece bundan beslenmesi…


Evin anahtarı cebimdeydi. Rahatladım. Çünkü anahtar yoksa, ev yok. Ev yoksa, güven yok. Yuva yoksa, sen yoksun.

Bir çelik parça... ama açtığı şey sadece kapı değil. Bazen güven, bazen aidiyet, bazen saklanacak, bazen sığınacak yer.


“Bu, ruminasyon olarak bilinen bir süreç.” demedim de “Evet ya! Panik oluyor insan.” dedim.


Kafam güzeldi. İnsan bazen kadehi değil, karanlığı yudumluyor farkında olmadan. Atalay’ın da çakırkeyif olduğunu fark ettim. Kadehte kalan rakıyı kafaya diktim. Sigaraya uzandı. Oysa demin yaktığı sigara daha yarıya bile gelmemişti. Benimle başka şeyler konuşuyor, zihniyle başka, kalbiyle bambaşka...


Kederli zamanlarda, durmadan konuşan bir başkası vardır içimizde.

Ne yapsın ki Atalay? Üç ay boyunca birliktelik kurmuş bir kadınla. Ve kadını çok sevmiş. Ama öyle böyle değil. Tutunarak, inanarak ve güvenerek sevmiş. Sonra kadın gitmiş. Üstelik eski sevgilisine dönmüş. Nereden baksanız geceler boyu sarhoş olmaya değer bir adilik.


Tanıdık geldi. Bana çok tanıdık geldi.

“Sevmenin ömrü, takvime bakmıyor.” dedim.

“Üç ay, üç yıl, ne fark eder? Unutamıyorsun da amına koyim.” diye ekledim.

Boş kadehime duble doldurdu rakıyı.

“Sen de sevdin, değil mi?” dedi.

Konu ben değildim bu gece. O yüzden “Sevdim.” dedim sadece.


“Dünyayı yakıp yıkacak kadar da özledim. O ne yaptı biliyor musun? Yarım bıraktığım yerden başkasıyla yaşamaya gitti.” demek istemedim.

“Ama bak ben bu geceye kadar bu kadına aşkla tutundum.” demek istemedim.


Bu gece konu, Atalay’ın inandığı yerden vurulmasıydı. Kalbi belki hâlâ umut diye çırpınıyordu. Söyleyemedikleriyle, affedemedikleriyle ve bir daha sevemeyecek oluşuyla...


Kadının adını hiç söylemediğini fark ettim. Zaten adı ne fark eder? Herkes Atalay’dı bu gece. Ve hepimizin içi, bu lanet dünyada sevginin kıymetini bilmeyenlerin bıraktığı enkazlarla doluydu.


Pişman mıydı bilmiyorum. Pişman olan adam eve dönüş yolu boyunca "Alkol kullanıyoruz, insan değil." diye beylik laflar eder miydi?


Eve geldiğimizde Atalay sızdı kaldı.

O kanepede sızınca ben de sarhoş kafayla Atalay'ı yazmak istedim size. Öyle olmadı. Hicran’ı yazdım size… Hicran’ı sevmeyi…


Hicran işte… bildiğiniz gibiydi.

Her şey sadece onunla güzeldi.


Comentarios


bottom of page