Koza
- Cemal Muhsin Bulut
- 31 Tem 2024
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Ara 2024
Uçağın kalkmasına 2 saat vardı. Bir bavul, iki çanta... Karşımdaki sandalyede duruyordu...
İçimden tek bir cümle geçti; "Benim bu amına kodumun dünyasında kapladığım bütün yer bu kadardı oysa..."
Her şeyi geride bırakıp gitmek için ne büyük bir sebep...
Düşünsel salvolarla felsefe yapmaya, süslü cümlelerle edebiyat kasmaya gerek yok bence. Hayatında bir kez olsun kimsenin dünyasında yer edinemediğini hissetmiş herkes anladı çoktan beni...
"La reconnaissance est une mémoire du coeur."
Komşularımızdan Mösyö Philip'in daveti üzerine bu sabah bahçelerinde kahve içerek sohbet ettik. Buradaki en sevimli komşularımdan olan ailedir kendileri. Fransız beyefendisi Mösyö Philip, eşi Mine hanıma dönüp Fransızca bir cümle söyledi ve "Türkçede tam karşılığı ne?" diye sordu.
Kısa bir süre düşünen Mine hanım "Minnettarlık kalbin hafızasıdır." diye çevirdi Fransızca sözü. Mösyö Philip bu sözün Jean Jacques Rousseau'ya ait olduğunu söyledi. Fransa gibi bir çok Avrupa ülkesinde zamanla deyim haline gelmiş bir söz olduğunu ifade etti.
Bir önceki akşam rakı masasındaki sohbetin sabahın ilk ışıklarına kadar sürdüğü dost meclisimizde konuşulanlar geldi aklıma. O gece neredeyse hepimizin hikayesinde küçücük kalplerimizle beslediğimiz iyi ve temiz duyguların birbirinden basit kibirlere, nankörlüklere ve büyük büyük egolara yem oluşu vardı... "Sen benim evrenimsin." diyordu Antoine de Saint-Exupéry öyküsünde ve soruyordu "Kalbim için çok büyük, uzay için çok küçük... bu sana yetmez mi?"
Öykünün sonunda yetmiyordu kadına bir adamın evreni olmak... Kadın gidiyordu, geliyordu, sonra tekrar gidiyordu... En sonunda adam manyak oluyordu...
Bir karıncayı beslemek kadar imkansız olmamalıydı birini sevmek. Ama insan giderek zorlaşıyordu... Hiçbir çaba yetmiyordu küçük insanlara. Hiçbir sevgi yetmiyordu...
Küçük insanlar güzel olan her şeyi yok etmek için büyük dertler bırakıyorlardı kalplere. Küçük şeylerin girip çıktıkça büyümesi sadece seksüel bir şey değildi sonuçta. İnsan denen varlık en kolay sevgiyi harcıyordu çünkü bu çağda... Hem de "Seviyorum." diyebildiği insanı...
Seçtikleriniz vazgeçtiklerinize değsin.
Böyle dedi geçen gün bir dost. Öyle kendimce durup zamanı hissetmeye çalıştığım bir an söyledi bunu. Bir kaç zaman bükümü gerilerden hüzünlü bir sızıyı uyandırdı ve şimdiye getirip oturttu pezevenk. Sonra bana "O dünde kalan hüzün ve sızı gereksiz." deme cehaletini gösterdi. Ne dertler varmış O'na göre... Savaşlarda ölen çocuklar falan...
Herkesin aynı hikayede aynı şekilde yaşadığını zanneden, hayatı ve hatta kendisini derinlemesine yaşayamayan, yüzeyselliğiyle kendisini ve insanları tüketerek değersizlik içinde kaybolan herkes gibi soyutluğun işkencesi altında kıvranan libido bey ile konuştuk uzun uzun.
Başkalarının penceresinden ne kadar uzak olduğunu, hatta başkasından yoksun olduğunu, kendi içinde boğulduğu kendilik hislerini -ki bu bence "ben aşkı" ile intihar etmekten başka bir şey değil- tanıyamadığını anlatmaya çalıştım.
Kendinden ve kendi zamanından başka hiçbir şeyi önemsememesi gerektiğini öğrenmiş penisiyle yaşayan libido adam. Dikenlerinin arttığını göremeyecek kadar kör adam. Renksizliğine ve sevgisizliğine kör adam. Hayatın gürültüsüne yüksek yüksek ses olduğunu görmeyip, bir de üstüne gürültüden şikayet ederek sessizlik dilenen adam. Sözde kendiyle dinlenmeye ihtiyacı olduğunu fark etmiş olan ama herkesi yoran, sikten ibaret insan.
"İnsan kendini unutmamalı Mert." diyorum. "Doğru olanı bilmek bu zamanda kime yetiyor?" diye soruyorum. "İster hakikate yüzünü çevir ister çevirme ama kendi hakikatine yüz çeviremezsin be oğlum. Bak sana yemin ediyorum varlığınla yok olursun." diye uyarıyorum. "Seni bu zamana getiren her şeye sırt dönerek zamanı yakalayacağına inandıran ne kadar toksik düşünce varsa hepsinin amına koyayım." diye öfkemi kusuyorum.
Bilmiş bilmiş "Günün sonunda hepimiz yalnızız." diyor sikinden başka hiçbir şeye önem vermeyen adam.
"Biliyorum ulan biliyorum..." diye sitem ediyorum ardından.
"Burada konuşup odalarımıza çekileceğiz. Uyandığında herkes tek başınadır Mert." diyorum. Herkes yalnız ama bunu seçenler için bu çok anlamlı." diye anlatıyorum. "Bunlar hiçbir şeyi çözmüyor biliyorum. Bak bana bak, yıllardır söylüyorum çözmüyor, yazıyorum çözmüyor." diyorum.
"Bize iyi gelmeyen duyguları biz seçmedik oğlum. Bunca yıkıntıyı aynı anda taşımayı kimse seçmez. İçindeki sesin her sözünü duymayı, günlere ve gecelere yaymayı onları tek tek dinlemeyi kimse sevmez. Bunca imgeyi ve soyutluğu seçmez insan. İstemez... Ama yaşar. İnsan insana iyi gelecekken kimse kimseye iyi gelmiyor. Neden Mert?" diye soruyorum. Ve bizzat ben sorduğum soruya yapıştırıyorum cevabı
"Senin gibiler yüzünden Mert." diyorum.
Derinlemesine hissedemeyen, hissettiklerini reddeden insan, kendi ruhunun işkencecisidir. Kaç yalnız geceden sonra iyileşir, kaç kaçıştan sonra, kaç rakı kadehinden, kaç kitap okuduktan, kaç kucaktan, kaç yalan sevdadan, kaç kasık kokusunu içine çektikten sonra iyileşir insan bilmiyorum.
Ne kadar konuşmalı, anlatmalı ya da...

Siz hiç bir insanı önünüze serilen manzaraya ait bir terası gördüğünüzde kaburgalarınız parçalanırcasına acıyacak kadar çok sevdiniz mi? Ben sevdim.
Mesela ben, Marmaray istasyonunda yukarı doğru çıkan bir asansörü her gördüğümde ölecek kadar çok sevdim bir kadını.
Bir insanın gözüne son kez bakar gibi sevmek gerektiğini ben o kadından öğrendim.
Ölmeye değer şeylerden bahsediyorum... Yaşamaya değer şeylerin peşinden koşanlar beni anlayamaz.
İyi ki anlayan dostlar ve aşklar var...
Comentarios